Vezikoüreteral Reflü (Vur) Hastalığı

Mesane'deki idrarın işeme sırasında ya da işeme eylemi olmadan üst üriner sisteme geri kaçması hastalığıdır. Normal anatomik yapıya sahip insanlarda böbrekte üretilen idrarı mesaneye taşıyan ve üreter adını alan idrar yolu; mesaneye yatay olarak giriş yapar ve mesane kas dokusu ile mesane iç yüzeyini örten dokunun altında bir süre ilerledikten sonra mesaneye açılır. Bu anatomik özellik sayesinde; idrar böbrekten mesaneye, üreterin ritmik kasılmaları ve yerçekimi etkisiyle kolaylıkla geçebilirken, işeme anında oluşan yüksek basınca karşılık mesane içinde bulunan idrar böbreğe geri kaçamaz. Normalde bulunması gereken bu anatomik mekanizmanın doğuştan yetersiz olduğu ya da bazı hastalıklara bağlı bozulduğu olgularda, işeme anında ya da işeme olmadan; idrar mesane çıkımı yerine böbreğe geri kaçar. Böbreğe yüksek basınç ile geri kaçan idrar, özellikle üriner enfeksiyon varlığında; böbreğin işlevsel öneme sahip dokularının zamanla işlevini kaybetmesine neden olur. Parankim adı verilen işlevsel dokuların zamanla incelmesi ve kaybı ‘Kronik Böbrek Yetmezliği’ tablosuna neden olabilir. VUR olguları tek ya da çift taraflı olarak karşımıza çıkabilir. Tek taraflı olgularda %10, çift taraflı olgularda ise %20’lere varan düzeylerde ‘Hipertansiyon’ geliştiği bildirilmiştir.

VUR hastaları genellikle ateşli ya da ateşsiz tekrarlayan üriner sistem enfeksiyonu ile başvururlar. Klasik bir bilgi olarak VUR görülme sıklığının %10 civarında olduğu bilinmektedir. Üriner enfeksiyon hikayesi olmayan çocuklarda bu oranın %17; üriner enfeksiyon olan çocuklarda ise %70 dolaylarında görülmektedir. Anne karnında ‘Hidronefroz-Böbreğin normale göre geniş olması’ olgularında ise oranın %37 düzeyinde olduğu bilinmektedir. Cinsiyete göre reflünün görülme sıklığı; yenidoğan bebeklerde %80 oranında erkek bebekler; daha ileri yaş ve üriner enfeksiyon ile gelen çocuklarda ise kızlarda daha sıklıkla görülmektedir. VUR hastalığı ağırlık derecesine göre; 1.derece-en hafif; 5.derece-en ağıra kadar sınıflanmaktadır. Tanı yaşı ve VUR ağırlık derecesi ne kadar düşük ise hastalığın kendiliğinden düzelme şansı o kadar yüksektir. Genellikle kabul edilen bir görüşe göre; VUR olgularında 1.derece %90, 2.derece %80, 3.derece %50, 4.derece %10 ve 5.derece %0 oranında 1-2 yılık süre içinde kendiliğinden düzelme olasılığına sahiptir.

VUR nedenleri ailevi genetik özellikle bağlı birincil olabileceği gibi; mesane çıkımı doğumsal darlığı (Posterior Uretral Valv), nörojen mesane hastalığı ve üriner enfeksiyon gibi nedenlere bağlı ikincil olarak da gelişebilir.

Doğum öncesi anne karnında yapılan ultrasonografilerin rutin olarak uygulanması sonucu; VUR tanısı daha erken dönemlerde konulmaya başlanmıştır. Anne karnında yapılan değerlendirmelerde saptanan doğumsal anomalilerin %1’i ürogenital sistem ile ilgilidir. Bu anomalilerin de %50’si ‘Hidronefroz-Böbreğin normale göre geniş olması’ olgularıdır. Hidronefroz olgularının da %10-30 nedeni VUR’dur. Doğumdan önce ya da sonra VUR tanısı konulan olguların yakından takip edilmesi büyük öneme sahiptir.

VUR hastalarının tedavisinde en önemli amaç; böbrekte oluşabilecek hasarın engellenmesidir. Öncelikle hastalığın nedeninin birincil ya da ikincil olduğunun belirlenmesi ve varsa eğer altta yatan nedenin tedavi edilmesi gereklidir. Genel olarak kabul edilen prensip 5.derecede VUR olsa bile 1 yaş altı çocuklarda cerrahi girişimin yapılmamasıdır. Bu grup hastada ‘Antibiyotik’ tedavisi yeterli olmaktadır. 1 yaşın üzerindeki çocuklarda ise böbrekte herhangi bir hasarın olup olmadığı, VUR’un tek ya da çift taraflı olması ve derecesi önem kazanmaktadır. Genellikle 1. ve 2.derece ile tek taraflı 3. ve 4.derece VUR olgularında antibiyotik tedavisi yeterli olurken; hasarın bulunduğu çift taraflı 3., 4. ve 5.derece VUR olgularında genellikle cerrahi tedavi tercih edilmektedir. Tüm bunların dışında tek böbrekli ve ek anomalilerin olduğu nadir bazı olgularda antibotik tedavisi ile izlem yapılmadan cerrahi tedavi uygulanabilir.

Cerrahi tedavide çok çeşitli yöntemler uygulanmakla birlikte, tedavi başarı oranlarının %95 seviyesinde olduğu bilinmektedir. Endoskopik uygulanan yöntemlerde son yıllarda yaygın olarak kullanılmakla birlikte, başarı oranları açık cerrahi ile karşılaştırıldığında daha düşük düzeylerde kalmaktadır.